Özel Dosya: Serdar Çekinmez ve son romanı ZİYARET’e ilişkin tüm detaylar tek başlıkta!
Adana, 1980’ler…
Sinanpaşa’da, Ziyaret denilen derme çatma yerde kanlı gelinin hayaleti görünmeye başlar. Onunla karşılaşanlar kayboldukça tüm Adana’yı korku sarar…
Hayır hayır, pek öyle bir roman değil…
Sinanpaşa’ya taşınan, alevlerin ve sayıların efendisi Zarpan, mahalleliyi büyülerken
kapanmayan bir hesabın da peşindedir.
Hayır hayır, tam olarak öyle bir roman da değil…
Genç ve güzel gazeteci Füsun, hayaletle sarsılan mahalleliyi yerinden yurdundan etmek isteyen mafyaya karşı amansız bir mücadeleye girişir…
Hayır, bu romanı anlatmaya yeterli değil…
Mekin, herkesi şoke eden gelişmeleri mükemmel biçimde açıklama koyulur. Ne büyüyle ne hayaletle… Schrödinger’in Kedisi’yle, Young Deneyi’yle, Dolanıklılık İlkesi’yle… Bugün milyonlarca insanın ilgisini çeken, dünyanın sayılı üniversitelerinde uluslararası konferanslara konu olan, her şeyi yeniden ve farklı düşünmemizi sağlayan ilkelerle: Kuantum fiziğiyle… Mekin her şeyi anlama kavuştururken bir yandan kuantumun bile açıklayamadığı bir mucizenin, aşkın içine düşmektedir.
Hiçbir şeyi ayrıntılarıyla izah etmeyen bir eserdir Ziyaret, okurun zekâsına çok güvenir. İzahla değil mizahla yol alır…
Evet ama bu da tam olarak…
Ziyaret, tadına doyulmaz…
İşte orası kesin…
…bir Serdar Çekinmez romanı…
Bu eserin benzeri olmadığı için roman olduğu da kesin değil!
Artık Tek Gerçeklik Şüpheliyse…
Tek Şüpheli Gerçekliktir!
Ziyaret adlı eser genel görünüm olarak Haziran 2020’de tamamlandı. Daha sonrasında Can Gazalcı yönetimindeki Yazarevi ekibiyle Aralık 2020’ye kadar bir kurgu çalışması gerçekleştirildi.
Konusu:
Ziyaret, konusunu 1980’li yılların sonunda, Adana’nın kenar mahallelerinin birinden alıyor. Türkiye’nin pek çok vilayetinde işitmeye alışık olduğumuz bir mitten, hayalet bir gelinin varlığından alıyor öyküsünü. O hayalet ki, Ziyaret denilen, ahalinin kutsallık atfettiği bir mekânda ortaya çıkmaktadır. Daha önceleri sadece birkaç kişiye görünen bu hayalet birdenbire sıkça görünür hâle gelir. Üstüne üstlük hayalet artık saldırmakta, kişileri kendine kurban etmektedir.
Adana’da yeni kurulan bir yerel gazete olan Nehir Gazetesi’nin Viyana’da yetişmiş genç muhabiri Füsun Hanım bu hayalet meselesinin üzerine gitmeye karar verir. Derdi en başlarda tirajı yükseltmek iken zamanla işin rengi değişecektir.
Aynı günlerde büyücüleri andıran davranışlarıyla Zarpan ve onun oğlu Karşıyaka Kız Lisesi’nin öğretmenlerinden Yalım Bey, mahalleye hem de Ziyaret denilen o kutsal mekânın tam karşısındaki eve taşınırlar. Bunların da şüphesiz Hayalet Kanlı Gelin ile bir irtibatları vardır ve çünkü Hayalet Gelin’in sık sık ortaya çıktığı dönem ile Zarpan’ın taşındığı dönem çakışmaktadır. Şu sıralar çok moda bir ifadeyle söylemek gerekirse: Zamanlama manidardır!
Aynı lisede fizik öğretmenliği yapan mahalleli tarafından pek de sevilmeyen Mekin Bey gazeteci Füsun Hanım’a, “Hayalet” bilmecesinin çözümü konusunda fikirleriyle destek vermek ister. Ne var ki, fizik öğretmeni Mekin, tüm olayları kuantum fiziğiyle yorumlamaktadır. Ona göre bu hayaletin varlığı gerçektir ve kuantum modellemeleri bunu açıklayabilmektedir. Gazeteci Füsun ise olayın bir emlâk meselesi olduğunu ve Dilkeser isimli bir mafyanın oyunu olduğunu iddia eder. Buna ilişkin elindeki ciddi kanıtlarla iz sürmektedir.
Roman boyu Füsun ve Mekin’in ilginç diyalogları bu eserin ağırlık noktasıdır. Bunlar fizik öğretmeni Mekin Bey’in gazeteci Füsun hanıma kuantum prensiplerini anlattığı sohbetlerdir. Dahası Mekin Bey fiziğin bu ilkelerini hayalet meselesine uygulamakta ve maddi gerçekliğin düşündüğümüzden, kavrayabildiğimizden ve göründüğünden çok farklı olduğunu izah ederek hayaletin gerçek olduğunu savunmaktadır.
Dilkeser denilen o çete liderine gelince: Romandaki pek çok söz sahibi karaktere göre, Dilkeser hayalet mevzu ile mahalleliyi evinden kaçırtmayı ve bu evlere ucuz yollarla sahip olmayı hedefleyen bir mafyadır. Gelgelelim, romanın sonunda dahi, bu emlâk meselesi konusunda Dilkeser delil yetersizliğinden, objektif okurun gözünde beraat edebilirdi. Çünkü roman özünde “Gerçek nedir?”i sorguladığı için yüzde yüz doğru olabilecek cevaplardan da kıvrakça kaçınılmıştır. Lâkin Dilkeser’e isnat edilen başka suçlar vardı ve bunlar ise büyük ihtimalle doğruydu. Bunun da cevabını burada vermemek belki de en doğrusu.
Büyücü Zarpan ve oğlu Yalım da tarihe dayalı bir hesaplaşmadan ötürü Dilkeser’le kanlı bıçaklıdır. Olaylar öyle gelişir ki Zarpan-Yalım ve Füsun-Mekin arasındaki ilişki Dilkeser’e karşı bir ittifaka dönüşür.
Roman mahallelinin hakemliğinde bu dörtlünün Dilkeser’le mücadelesi kurgusudur.
Roman içinden birkaç kesit:
Anlatım:
Tüm diğer romanlarımda olduğu gibi, bu romanı da nükteli bir anlatımla yazdım. Ama başlarda ağırlıkta olan o esprili dil orta bölümlerle birlikte azalıp ciddileşiyor. Ama asla kaybolmuyor. Bunu, yazar olarak, Emir Kusturica’nın “Çingeneler Zamanı” filminden çok etkilendiğim için özellikle vurguluyorum. Absürtlüğün nasıl da olağan olaylardan doğduğunu ve absürtlüğün bir istisna değil hayatın kendisi olduğunu iddia edenlerdenim. Bir şey “Mümkün ama muhtemel değil” ise ben bunu yazıya döküyorum.
Romanın Temel Yapısı:
Ziyaret romanında üç temel akım var: Bunlardan biri Gerçekçi akım: Buna göre bu roman bir mafyayla mücadele romanı. Fakir bir mahallenin arazisine ve evlerine el koymak için bir mafya girişiminin ortaya çıkardığı bir hayalet öyküsü. Ki bu haliyle Gürpınar’ın Gülyabani’sini andırıyor bana göre.
İkincisi Mekin Bey’in yürüttüğü Kuantum açıklamaları. Mekin Bey, Hayalet Gelin Kız’ın varlığını kuantum fiziği metotlarıyla anlatıyor. Ki olayı böyle takip eden okuyucu açısından da roman gayet tutarlı ilerlemektedir. Aşağıda bilhassa bu konuya tekrar döneceğim. Çünkü romanın iskeleti işte bu kuantum bilgileri.
Üçüncüsü Zarpan’ın tuttuğu Büyücü yaklaşımı. Bu da Hayalet Gelin Kız hikayesini çok farklı perspektiflere taşıyacak ve ister Gerçekçi metotla ister Kuantum metoduyla okunsun, romandaki her iki akımı da güçlendirecek yaklaşımdır.
Kısacası romanın hangi bakış açısıyla okursanız okuyun üç bakış açısına da kendine özgü bir finale imzasını atar.
Ama pek çok yazar gibi ben de istemeden bir taraf tuttum. Bunu ne kadar hissettiriyorum romanda zaman gösterecek… Ancak bu romanın, şu anda, 2021’de, bulunduğu nokta itibariyle bazı fikirleri aykırı, aşırı, absürt bulunabilir. Bunlar romanın suçu değildir. Fizik biliminin, kuantum fiziğinin gerçekleri deyim yerindeyse öylesine “beyin yakıcı” unsurlar ki bu yüzden fiziği terk bile etmiş fizikçiler var. (Hugh Everett mesela, romanda bu isme küçük bir paragraf ayırdım) Bu bilgileri Mekin Bey’in Füsun’la sohbetlerinde buluyoruz. Elbette romanı “Kuantum Fiziğine Giriş” kitabına çevirmeden bunu anlatabilmem gerekiyordu. Üstelik bunu 1980’ler Adanasına uyarlayabilmeliydim. İşte bu yüzden çalışma çok uzun sürdü. Her şeyi anlatmadan ama eksik de anlatmadan, işlevsellik ile sanat arasında yaklaşık iki sene nakış nakış köprü kuraraktan yapabildim. En önemlisi de ilk okuduğumda ben de hiçbir şey anlamıyordum. Ve öğrenmem gerekiyordu…
Neden onca çaba ve öğrenme isteği:
Babamı kaybettiğim 2018 yılında kendime sordum durdum “O nereye gitti” diye. Bu roman zaten onun nereye gittiğini anlamak için yaptığım çalışmaların yolunda Kuantum Mekaniği ile tanışmam ve sonrasında orada öğrendiklerimi günlük hayata tercüme etmemden kaynaklanıyor. Kuantum prensipleri bize bugün hâlâ “aşırı” gelebilir. Ama IBM ve Google’ın 2019 sonunda kuantum bilgisayarını sunmaları veya Çin’in data güvenliğini Dolanıklık ve Hesienberg Belirsizliği çerçevesinde önümüzdeki on yılda (2030) uydulardan gerçekleştirmek istemesi artık yeni bir çağın başladığının göstergesidir.
1988’de ben teknik lisedeyken: “Japonlar telefon yapmış, karşındakini görüntülü görebiliyormuşsun” “absürt” cümlesi, 2021’de video-konferansa nasıl evrilmişse, kuantum prensipleri de aynı hızla önümüzdeki on yılda hayatımızın bir parçası olabilir. Ama hemen söyleyeyim: Bu roman yani “Ziyaret” bir bilim-kurgu değildir. Ziyaret Platon’un İdealar Dünyası’ndan süregelen bir felsefedir. Descartes’ı, Kant’ı bulmak bu romanda mümkündür. Ama bilim kurguyu değil…
Ana Fikir :
Ziyaret, Gerçek nedir ? sorusuna yanıt arayan, Gerçekliğin sadece zihni değil maddi alt yapısının dahi bildiğimiz gibi olamayacağını düşündüren, ‘Düşünce gücünün’ varlığın temel nedeni olduğunu iddia eden bu anlamda Descartes’cı, zaman zaman bazı yönleriyle Platon’un İdealar Dünyası’na da yaklaşan bir romandır.
Aslında gerçeği tartışmak gibi felsefi bir vizyonu ve bilimi sevdirmek gibi teknik bir misyonu olduğunu söylesek romanı kanımca iyi özetlemiş oluruz.
Yazı Dili :
1980’li yılların sonunda Adana’da geçen bu romanda çokça şive unsuru etkisini belli eder. Bu şivelerin bir kısmı okuyucu tarafından şaşırtıcı bulunabilir : « Dün » yerine « Düneğen » denilmesi gibi.
Ayrıca Dilkeser gibi bazı karakterlerin konuşmalarında bilerek yapılan yanlışlar vardır. Çünkü o karakterin sürekli düzgün bir cümleler kurması romanın gerçekliğine aykırı olurdu.
İtiraf etmeliyim bu en zor yanı oldu. Mesela Yalım ve Mekin gibi karakterler kendilerini düzgün ifade ederlerken; Dilkeser ve mahalleli gibi karakterlerin illâki bozuk bir Türkçesi vardı. Yazar olarak yazının hararetinde Dilkeser’i düzgün ve Mekin’i ise bozuk konuşturma hatasına düştüğüm anlar bile oldu. Dahası beraber çalıştığım iki editör arkadaş -ki bereket birisi Adanalıydı- “Burası şive mi? Doğru mu yanlış mı ? Düzeltiyor muyuz ?” diye sayısız kere sordular. Zor bir yazı diliydi bu açıdan. Ama gerçekçi olması için bu farklar gerekiyordu.
Bununla birlikte bazı ekler de yerel kullanımdaki hataları aynen kabul ederek aktarıldı bu romana:
“Mahallede Begüm kızımız” yerine “Mahalleden Begüm kızımız” örneğinde olduğu gibi mahalle sakinlerinin sık sık yaptığı -de ve -den ekleri hatalarında yazar olarak mahallenin günlük kullanımını almayı tercih ettim. Dolayısıyla editörler pek çok yerde ister istemez “Şive mi ? Yanlış kullanım mı ? Yoksa gerçek bir hata mı?” diyerek beni uyardılar. Benim notlarımda bu “bilerek” yapılan yanlışlar mevcut.
Kısa özgeçmiş :
Serdar ÇEKİNMEZ
1974 Üsküdar doğumlu. Çocukluğunda sık sık tatillerini Adana’nın romana da konu olan kenar mahallesinde geçiriyor. Anakara Siyasal Mezunu. 18 yıldır Fransa’da ikâmet ediyor.
Hatice
Tayyare
Tavuk
İsimli romanları var. Tümü Yitik Ülke Yayınları’ndan okuyucuyla buluştu. Notos’ta ve Yitik Ülke’nin farklı derlemelerinde öyküler yazdı. İnternette yayınladığı öyküleri de bulunmakta.
Yazar iletişim:
Ziyaret YouTube Röportajı İçin Tıklayınız:
İskelet Webzine Sohbeti için Tıklayınız:
Yazar Evi Facebook Kitap Tanıtım Sayfası
https://www.facebook.com/YazarEvi.Kitap/
Edebiyatist Instagram Ziyaret Tanıtımı:
https://www.instagram.com/p/CRg_3N4gA8m/?utm_medium=copy_link
Can Gazalcı ile Serdar Çekinmez ve Ziyaret Üzerine Söyleşi:
Ziyaret: Her Okur Yeni Bir Baskıdır Bu Romanda!
YazarEvi Özel Koleksiyonu’nun yeni romanı, Serdar Çekinmez’in Ziyaret romanı raflarda yerini aldı.
Ziyaret, 1980’lerin başlarında, Adana Sinanpaşa’da, Ziyaret denilen derme çatma yerde kanlı gelinin hayaletinin görünmeisiyle başlıyor. Onunla karşılaşanlar kayboldukça tüm Adana’yı korku sarıyor. Fizik öğretmeni Mekin Bey ise bütün gelişmeleri Kuantum Fiziği’yle açıklamaya koyulur.
Bu çok farklı romanın yazarı Ziyaret’in yazarı Serdar Çekinmez, YazarEvi Kurucu Editörü Can Gazalcı’nın sorularını yanıtladı:
CAN GAZALCI: Serdar Bey merhaba, YazarEvi Özel Koleksiyonu’nun yeni eseri Ziyaret’in yolu açık olsun.
Roman üzerinde gerçekten harika bir ekip olarak uzun süreli çalışma yürüttük. Yazar olarak siz, editörler olarak Ebru Akkaya ve ben son dakikaya kadar mükemmelleştirme çalışmalarımızı sürdürdük.
Sizinle Tayyare ve Tavuk romanlarınızda da beraber çalıştık. O iki romana da bayıldığımı biliyorsunuz ama kusura bakmazsanız bu romanda bir “bambaşkalık” hissediyorum, ne dersiniz?
SERDAR ÇEKİNMEZ:
Kesinlikle öyle. Ziyaret benim önceki romanlarıma benzemediği gibi okuduğum pek çok romana da benzemiyor. Buradan romanlar arası bir hiyerarşi yaptığım anlaşılmasın. Ama ısrarla çok özgün çok farklı bir eserden bahsettiğimizi okuyucuya anlatmak istiyorum. Bu konuyu açayım Can, çünkü burası çok önemli:
Çalışmalarımız esnasında sen bana roman karakterlerinden birinin bir olayda ne düşündüğünü sorduğunda ben uzun uzun düşünüp “Bilmiyorum” yanıtını vermiştim. “Şöyle kızmış da olabilir, böyle sinirlenmiş de olabilir ama belki de kafasına bile takmamıştır” diye ihtimalleri saymıştım. Ama gerçekten de öyle: Ben orada değildim ki, nasıl bilebilirim? Peki ben yazar değil miyim? Öyleyim de bu bana her şeyi bilme yetkisi verir mi? Olayları yazdığım yerlerden sorumluyum. Ama yazmadığım anlarda neler olduğunu bilmeme veyahut kim ne düşünüyor bilebilmeme imkân yok. Misal: Adam kötülük yapıyordur sonra deli gibi vicdan azabı çekiyordur. Yazdım mı bunu? Yazmadım! O zaman yazarı bile olsam bilemem. İstediğimi iyi istemediğimi kötü ilan edemem.
Peki bu ne demek: Bu bu kitapta Mekin Bey tarafından temsil edilen kuantum fiziği kurallarının romana sirayet etmiş halidir. Ki fizik hocası Mekin Bey romanın bir numaralı ismidir. Onun anlattıkları romanın belkemiğidir. Kabaca ifade edersek, yazılmayan yerleri yazarın dahi bilememesi, Niels Bohr ve arkadaşları tarafından temsil edilen “Kopenhag Yorumudur”.
Karakterlerin belli bir ihtimaller zincirini birden fazla gerçeklik olarak yaşamaları Schrödinger’in Kedisi’yle ifade edilen maddenin üst üste binme halidir.
Romanı okurken onca ispata rağmen Mekin Bey’in de haklı olabileceğini düşünürken okuyucu Hug Everett’in paralel evrenindedir.
Peki nasıl olacak? Kimse kitaptaki bu anarşiye dur diyemeyecek mi? İşte bu görev de okuyucuya düşüyor. Okuyucu pasif bir şahit değil aktif bir senaristtir bu kitabın satırlarında. Can bu durumu sen nefis bir son dakika sloganıyla özetlemiştin: “Her okuyucu kitabın yeni bir baskısıdır” demiştin. Gerçekten de öyle. Hatta iki kere okuyacaksa ikinci baskıya gitmiştir okuyucu! Gün gelir edebiyat öğretmenleri kitaptan soru sorarlarsa “Yazar burada ne demek istemiş,” diye değil “Okuyucu burada ne anlamak istemiş,” diye sormak zorunda kalırlar ki, ihtimaller evreninde bunun da elli tane ayrı cevabı çıkacağından, ben olsam bu kitaptan imtihan etmezdim kimseyi
GAZALCI: Serdar Bey, bana soracak olursanız bu eser, Serdar Çekinmez’in ustalık mertebesine eriştiği bir romandır. Artık kimi zaman romanın geleneklerini, kimi zaman okurun beklentilerini, hatta “yahu burada bir sorun mu var yazar nasıl bu kadar uçmuş” denilebilecek noktalara adeta kulak asmamanızdan kaynaklanıyor bence bu ustalık. Ortaya beğenilmeyecek bir metin de çıkabilirdi, şahane bir roman da çıkabilirdi. Ve ikincisi oldu. Yazarlık yolculuğunuzu sürdürenler de merak ediyordur, bu patlama noktası diyebileceğimiz ruh haline nasıl ulaştınız acaba? Bir zaman sonra yazarın içinden mi fışkırıyor bu tutum?
ÇEKİNMEZ:
Can bak şimdi bunu bir örnekle açıklayalım: Etrafımızdaki ufak çocukları gözlemleyelim: “Anne anne! Çok önemli bir şey diyece’m!” diyerek iki de bir ebeveynlerinin kulaklarına eğilip fıs fıs bir şeyler söylerler. Peki ne demişlerdir? Yok efendim “Şeker alır mıymış…” Yok efendim “Ahmet’in kamyonu çok güzelmiş, bana da alsaymışmış…” Efendime söyleyeyim: “Erol’a babası meşin top almış, bizimkisi plastikmiş” falan filan…
Ama biz büyükler için bunların hiçbiri “çok önemli bir şey” değildir. İşte şimdi gün geldi şunu gözlemledim hayatta: Esasında biz büyüklerin de birbirimize anlattıkları çoğu kez böyle şeyler. Yani “Çok önemli şeyler değil!”
Misal gazetelere bakalım. Koskoca puntolarla başlık atıp bir şeyler yazıyorlar. Üç ay sonra o anlattıklarının tam tersini bu kez başlık yapıyorlar. O zaman hangisi gerçek? İkisi de değil: Öyleyse attıkları başlıklar da “Çok önemli bir şey değil”!
Hayatın içinden bir örnek vereyim: Bir gün bir lojistik şirketinde bir adam ağlaya ağlaya geldi büroya. Malzeme yetişmemiş. Araba yedek parçası. Zamanında yetişmezse üretim bandı duracakmış falan filan. Nasıl ağlıyor adamcağız. Üzücü durum tabii. Fabrika araba üretecek parça eksik. Adam ağlamasın da ne yapsın. Koskoca pazarlama şefleri, üretim müdürleri, marka yöneticileri, şucular, bucular bir araya geldiler toplantı üstüne toplantı filan… Neyse, ben de bunlara şahit olurken aklıma geldi: Dünyada yıllık yaklaşık yüz milyon araba fazlalık üretiliyor. Atıl. Satılmıyor. Bir şehirdeki bir fabrika bir gün değil bir yıl bile dursa, hatta on yıl bile dursa, toplam dünyada kimsenin ruhu duymaz! Yahu o zaman bu adamlar harala gürele ne yapıyorlar? Ne diye hüngür hüngür ağlıyorlar? Eh çünkü aslında şu koşturmacaları “Çok önemli bir şey değil!”
Burada olan ne biliyor musun Can: Shakespeare’in lafı: “Dünya koca bir tiyatrodur. Öyleyse haydi oyna!”
Ama herkes gibi ben de mana arayışındayım. Tiyatro olamaz diyorum içimden.
İşte o zaman şöyle bir durum karşılaştım: “Serdar efendi” dedim kendime haydi “Çok önemli bir şey söyle!” Sonra düşündüm o çok önemli şeyi anlatacak biricik gerçeklik nedir diye… Dedim ki : Bana ait biricik bir gerçeklik yoktur. “Gerçek” okurla birlikte heykel yapar gibi yonta yonta ortaya çıkar. O zaman dedim “Bu kez her şeyi bilmeyeyim. Okuyucuyla beraber bilelim.” İşte dönüyoruz dolaşıyoruz aynı slogan: Her okuyucu bu kitabın yeni baskısı…
GAZALCI: Ziyaret’i anlat derseniz saatlerce konuşabilirim ama ama en kısa şöyle diyebilirim: “Gerçekten çok komik, kıpır kıpır, eşsiz bir roman.”
Bir editör olarak Ziyaret’te mizahın nasıl bu kadar canlı tutulabildiğini okurlara anlatmam gerekiyor:
Gerçekten çok komik sahneler var ve o sahnelerin kahramanları hiçbir bölümde ortada komik bir şey varmış gibi davranmıyorlar. Doğal hallerinin bu kadar komik olması ve onların ortada gülünecek hiçbir şey görmemeleri bizi kahkahalara boğuyor. Bu sahneler absürde yaklaşıyor ama aynı zamanda hiç saçma değil ve çok inandırıcı. Bu tılsım Ziyaret’e mi özel acaba?
ÇEKİNMEZ:
Yok Can. Emin ol komik olsun diye tek satır yazmıyorum. Sadece gözlemlerimde biraz radikalim. Daha doğrusu radikaldim. Şimdi öyle şeyler okuyorum öyle şeyler izliyorum ki… Gazeteciler, işinsanları, siyasetçiler… Ben artık gözlemlerime fazladan ekleme de yapmıyorum. Okuyucuya absürt geliyor. Ben de edebiyatın “punk”ını yapıyorum evet farkındayım. Ama emin absürt olan gündelik hayatın kendisi. Adam kendi yalanına kendi inanıyor ben de bunu yazınca komik oluyor. Dünyanın kendisi absürt Can. Şimdi romandaki Şarapçı Şeref’in bir sözü aklıma geldi burada söylemeyeyim!
GAZALCI: Romanınızda 1980’lerin Adana’sı canlı canlı önümüzde. O kadar keyif alıyoruz ki insan hallerini okurken… Yaşamadan anlatılması olanaksız derim. Kahvedeki ortam, evlerin içi, sinema, sokak… Mutlaka yaşadınız ama bu kadar canlı nasıl hafızanızda tutup kameraya kaydedebilmiş gibi anlatabildiniz bu ortamları?
ÇEKİNMEZ:
Evet Can o bir gerçek! Bu romanda anlatılan yerler hatta kişiler , isimlerini değiştirmiş olsak da gerçek… “Açılın ben savcıyım” diyen bir sahne var ya o da gerçek! (Şimdi kendi kendime gülme krizine girdim hatırlayınca) Serdar Çekinmez komik şeyler yazıyor diyorsun da. Yok yahu, Serdar gördüklerini yazıyor. Komik olan hayat…
Gelelim Kuantum fiziğine… Sizinle İmge Yayınları’ndan başlayan uzun süreli bir dostluğumuz var. Benim Kuantum fiziğiyle ilgili kısıtlı okumalarım var ama asıl ilgim ve bilgim Serdar Çekinmez ile doyumsuz sohbetlerimize dayanır.
Konuya çok ilgi duyduğunuzu bir gün Kuantum’la ilgili sizden bir roman geleceğini biliyordum. Buna rağmen Kuantum ile 40 yıl öncesinin Adana’sı arasında böyle sıkı bağlar kurarak bir roman kurgulayacağınız inanın kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Roman öyle bir yol izliyor ki teknoloji yeni yeni günlük hayatımıza gidiyor, kasetlerle, yabancı dizilerle tanışıyor insanlar ama binlerce yıllık dogmalar, kadının ikinci sınıf muamele gördüğü bir ortam var. Henüz dünya çok büyük ya da Sinanpaşa ve Adana’dan ibaret gibi insanlar için ama Mekin, bugün yüz binlerce insanın peşine düştüğü Kuantum fiziğiyle tek başına, adeta Kuantum’un Adana’ya gelmiş Robenson’u gibi açıklıyor her şeyi. Kuantumun Adanalı halleri, Adana’nın Kuantumla imtihanı gibi çok keyif alacağımız bir dünyaya sokuyorsunuz bizi. Kuantum fiziğiyle hiç ilgisi olmayanların da ona merak salacağı, ilgili olanların da yaşam üzerindeki doğrulamalarla çok keyif alacağı bir roman çıkmış oluyor ortaya. Yerellikle evrensellik arasında ikisinden de hiç vazgeçemeden ve ikisine de bayılarak okuyoruz romanı. Merak ettiğim şu, baştan böyle kurguladınız mı? Yoksa bir yandan Kuantum, bir yandan Adana kültürü sizi çekiştirirken ikisini buluştura buluştura mı Ziyaret’i bu noktaya getirdiniz?
ÇEKİNMEZ:
Can işte işin en zor yanı buydu. Yani çok araştırma yapmak ve bir şeyler öğrenip bunları gündelik hayata uyarlamak. Sonra da bu gündelik hayatı geçmişe taşıyıp 80’lerin yaşantısıyla, o yılların teknolojik imkanlarıyla tekrar canlandırmak. Kuantum fiziğini, teorik fiziği konu edinen nice roman var. Arthur Clarke’ın romanlarını nasıl da severek okuyorum. Ama benim işim hakikaten çok zordu. Çünkü ben fizikçi değilim. Olaylar da gelecekte uzayda bir yerde değil, 80 li yıllarda Adana’da geçiyor… Bu zor işti. Bak işte bunun cevabını ben bile bilmiyorum. Tek diyebileceğim: Çalışma çalışma çalışma! Bir de harika yol arkadaşlarım vardı. Satır satır beni düşünmeye, çözüm üretmeye zorlayan: Bunlardan biri Can Gazalcı isimde bir editör! Herkese öyle bir çalışma arkadaşı nasip olmaz! Mutlaka onun da bu olayları 80’lere uyarlarken katkıları olmuştur!
GAZALCI: Gelelim Serdar Çekinmez – Can Gazalcı çarpışmasının çoğu zaman bir sizin bir benim nakavtla kazandığımız maçlarına… Roman üzerinde çok farklı okumalar yapılabilir. Bir polisiye roman gibi de okunabilir, bir bilim kurgu, bir fantastik roman veya sadece mizahın tadına varmak için de okunabilir. Farklı okumalara açık ama olaylar öyle bir ilerliyor ki, fantastik unsurları kendi içinde doğrulayan unsurlar da kuantum fiziğinin prensiplerine de gerçek hayatın olağan akışına uygun kanıtlar var. Siz nasıl okumak isterseniz öyle okuyorsunuz. Ve öyle müthiş final sahneleri var ki hiçbir okuma “yenilmiyor,” okuyucu “Evet ben böyle olacağını biliyordum zaten” de diyebilir. Gerçekten olağanüstü! Fakat ben farklı okumalara açık olmasına bayılsam da o okumaların hiçbirinde açık nokta olmaması için sizinle resmen çekiştim. Kimi zaman kabul ettirsem de kimi zaman ettiremedim. Size göre zaten açık yoktu, çünkü olay o değildi. Okurun bunu anlayacağını, ek bilgiye gerek olmadığını söylemediniz! Burası çok önemli! Okurun zihni nasıl tamamlamak isterse onu öyle tamamlayacak dediniz. Yani Ziyaret, okur sayısı kadar değişen sayıda farklı bir roman olarak girdi raflara. Her okur yeni bir baskıdır bu romanda, diyorum. Ne dersiniz?
ÇEKİNMEZ:
Can ner’den buldun bu sloganı bilmiyorum ama “her okuyucu ayrı bir baskısıdır bu kitabın” derken, bundan daha doğru bir özet olamaz. Bugün bir diğer röportajımda aynı sloganı 2 defa dillendirdim. “Okur burada ne anlamak istemiş” işte ben de bunun derdindeyim. Vermedim bunun cevabını. Belki de veremedim… Ve hatta merak ediyorum ben de sizler gibi “Gerçek nedir?” diye…
Can Gazalcı müthiş donanımlı bir edebiyat gladyatörü. Yani çok özür dilerim kimsenin emeğine saygısızlık gibi olmasın ama yazmaya 6 ay önce başladıysanız Can Gazalcı’dan editörlük değil yaratıcı yazarlık eğitimi isteyin.
Kötülüğüne söylemiyorum ama bu iş biraz zaman içinde pişmek gerektiyor. Sizi pişiren de her zaman kaliteli kok kömürü değil: Bazen benzin, bazen tahta, bazen gül dalı, bazen hokka…
Misal , ben mahallenin yoksulluğunu anlatırken kaynak wikipedia filan değil bizzat benim. Suya ekmek doğrayan aileyi kendim gördüm.
İbrahim Tatlıses ile Hülya Avşar’ı da asistanlarımdan değil, Youtube dan da değil, kendi hatıralarımdan dillendiriyorum.
Can Gazalcı işte bunu hemen anlıyor: “Hmm bu sahne Küçük Emrah’ı çift telli elektrik sobasında kışın dinlemiş bir adamdan çıkıyor” diyor ve başlıyor sizin eksiklerinizi sıralamaya.
Siz “amannn pek de bir arabeskmiş derken” bir de bakıyorunuz Madonna’dan “La Isla Bonita”yı dinliyorsunuz.
Can Gazalcı bir aynadır. Terslik varsa ben kendimde ararım kusuru. Ama: Ama diyorum çünkü Can çok ısrarcıdır: Der ki bu romanın polisiye ayağında şu şu şu konular anlaşılmıyor. Eh ben de Can’a dedim ki: Normal çünkü orada nasıl bir gerçeklik olduğu kesin değil. Gazalcı ise kesinlik istiyor. Griye tahammülü yok. Eserin o bölümündeki çelişkileri başlıyor yüzüme vurmaya. Ben de diyorum ki : Can, Romana sahip olabilirsin ama ruhuna asla ! Ah hah! Şaka bir yana bu romanda üç akım var: Gerçekçi / polisiye akım. Romantik/ Bilim kurgu akım Parapsikolojik / Fantastik akım. Gazalcı gerçekçi, bense bilim kurgudan devam ediyorum finale. O yüzden bu roman nereden bakarsanız oradan sürüklüyor insanı. O yüzden bu romanım öncekilerinden farklı. O yüzden bu romanım ustalık eserim diyorum. Derdim eseri methetmek değil . Buna okuyucu karar versin. Derdim bu romanın her satırının üzerinde farklı ideolojilerin, farklı dünya bakışlarının yattığını size anlatmak. Biz Can’la okuyucuya en az iki dünya verdik. Okuyucunun da bize kendi evrenini sunması onun bize borcudur. Ziyaret edilgen bir roman değildir. Okuyucu bu romanın hissedarıdır. Ben kitabı bitiren herkesten bir yorum bekliyorum. İki defa okuduysanız 2 yorum bekliyorum. Sosyal medya hesaplarım güncel, hepsi orada. Ulaşın, anlatın bana…
GAZALCI: Füsun’a bir selam yollamazsak olmaz. Ben Füsun’u çok seviyorum hatta Mekin Bey’den daha çok sevdiğimi söyleyebilirim kendisini. O da bugünün dünyasında, modern kadını simgeleyen bir karakterdir. Bugünün Füsun’ları, bu açıdan da çok sevecek romanı ne dersiniz?
ÇEKİNMEZ:
Önceki romanım Tayyare’yi okuyanlar iki önemli başkarakteri bırakıp kadın karakter Marie Belle i anlattılar. Onu çok sevmişler. Özellikle kadın okurlarım özdeşim kurmuşlar. Oysa ki kadın bir tuhaf. Deli yani… Ama millet çok sevmiş bana laf düşmez. Tavuk’u yazdım bir okuyucum aradı: Ben Carmen’e aşık oldum dedi. Yine kadın karakter. Oysa ki başrolde değil o da… Sonraki yorumların yüzde doksanında baktım Carmen var…
Şimdi Ziyaret’te Füsun öne çıkarsa artık ben kendimi sorgulayacağım.
Benim yarattığım kadın figürlerin hepsi çok kuvvetli. Yenilseler de pes etmeyen tipler. Dahası hayalet gelin kız bile pes etmiyor. Spoiler vermeyeyim.
Tek diyeceğim, ben hikayelerimde güçlü kadın figürleri vermiyorum aslında. Boyun eğmeyen insan profili veriyorum. Demek ki bu da kadınlara çok yakışıyor ki ben kadınlardan ya da onları seven erkeklerden bu kadar geri dönüş alıyorum.
“Yahu yazar olarak bir kez olsun ortaya konuşma da, fikrini açıkça söyle be adam” dediğinizi duyar gibiyim. Ama ben romancıyım sosyolog değilim ki. Tek bildiğim, kadının mücadelesi yarım kalırsa hepimiz yarım kalırız. Benim bu romandaki favori karakterim ise Hayalet Gelin dir! O milletten hesap sordukça ben yumruğumu havaya kaldırıyorum. “Bastır Gelin Kız” diyorum. O da hepimize sesleniyor bu romanda sonsuz zaman tünelinden sıyrılıp. Dinleyin diyor…
“Dinleyin…
duyduğunuz çakalların ulumasıdır…”
GAZALCI: Son olarak YazarEvi ile çalışma üzerine birkaç cümle alabilir miyim sizden?
ÇEKİNMEZ:
Yahu adamda ne uyku bıraktı bu yazarevi ne huzur. Akılları fikirleri çalışıp romanı mükemmelleştirmekte… Tam bitti diyorsunuz yoook şurayı da düzelt! Uyumayı seviyorsanız Yazarevi’yle çalışmayın. Adamlar uyumuyor! Bakın bu tüyoyu da kimse size vermez. Yahu biraz az çalışsalar kim fark edecek? Değil mi ama? Bizimki mecburiyetten be bey baba! Bizimki mecburiyetten be hanım abla! Neyin mi mecburiyeti?
Eh Can Gazalcı okumadan bir roman bitmiş sayılmazmış da ondan…
GAZALCI: Serdar Bey, şahane bir romana imza attınız. Sizi yeniden kutluyorum. Yolumuz açık olsun!