Işığı Beklerken

Kendime bir kahve doldurmak için arka tarafta bulunan mutfak kısmına yöneldim. Buruk bir kahve geceye renk katmaya yeterdi. Hem acı bir kahve insanı zinde tutuyor , yaşamın acımasızlığına eşsiz bir bütünlük katıyordu. Balkona çıktım. O akşam hava pek yumuşak , caddeler gürültülü ve toprak kuruydu. Tek bir olumsuz havanın sezilemeyeceği bir kanı oluşturuyordu insanda. Ne var ki geride kalan saatler yine çirkin yüzünü göstermiş , insanların ve yaşamın kepazeliği tüm güzelliklere gölge düşürmüştü.
Kahvem ellerimin arasında yerini aldığında gökyüzünde ki ayışığı tüm görkemiyle parlıyordu. İhtiraslı gecelerin sonu hüsran ve bıkkınlıkla biterdi. Tahammülsüz saatler o an başlar , gecenin uğursuz arzuları , şehveti ve tüm sahte avuntularıyla birlikte toprağa gömülürdü. Ancak ihtiras ve şehvet her zaman galip gelmeyi biliyordu. Toprağa gömülecek olan bu şarlatanlıklar , insan içinde toprak düşüncesini ikinci planda bırakıyor , ezberlenmiş bir yüzeysellikle sonsuza dek insan ruhunu tutsak ediyordu.
Sokaklar bana acı veriyordu. İnsanlar boğuk , puslu , sahte ve mutlak bireysellikleri içinde kaybolup gitmiş , acıma ve merhamet duygularını yitirmişlerdi. Peki ben? Yer yer alçakça davranıyor , yüceltmek için çırpınıp durduğum onuruma leke sürüyordum. Belki de alçağın biriydim. Öyle ki birkaç gün önce ayak üstü sohbet esnasında yeni tanıdığım bir adam annesinin kanser olduğundan söz etmiş, ben ise geçmiş olsunla geçiştirip , bu konunun üzerinde fazla durmamaya özen göstermiştim. Zavallı adam. Yürekler acısı bu durum karşısında işini olağanüstü yapıyordu. Hastalığı öğrendiği ilk zamanlar pek fazla tanımadığı başka bir adamla sözlü münakaşa yaşamış. Sonraları çok pişman olmuş. Gece uykuları kaçmış. Harikulade adam. Annesinin günleri sayılıydı. Bunu ikimizde biliyorduk. Ancak ben onun karşısında tüm benliğimle dikilmiş ve gece atıştırmalık olarak ne yiyeceğimi düşünmüştüm. Evet. Alçağın tekiydim. O gece yatakta acılar içinde kıvranırken , ben güzel bir tavuk parçasını ağzıma atacak , ardından bol köpüklü biramı yudumlayacaktım. Kahve bitmişti. Boş bardağı seyrettim. Önünü alamadığım bir hüzün kapladı içimi. Ellerimi yüzüme kapayıp ağlamaya başladım. İnsafsızca davranmıştım. Diretmeliydim. Karşımda olsa sarılır ağlardım. Bu gibi durumlar karşısında soğukkanlı bir tavır takınıp , süslü cümleler etmeden , gerekeni söyleyip konuyu kapatmayı yeğliyordum. İnsan acıdan kaçar. Mutluluk sihirli yüzünü gösterdiği zaman insan coşkuyla parıldar ve yapabileceği tüm çılgınlıkları yapar. Acı ise bireysel bir tükeniştir. Kendini sahibine saklar. Onu örseleyip köreltir ve karanlık bir zindana hapseder.
Mutluluğun küçük bir parçası olmak kafiydi. Fakat acıyı hissetmek ve bununla yaşamak gerekiyordu. Bu düşüncelerin yoğunluğu beynimi yoruyordu. Bunu hissedip dışa vuramamak , bu olağanüstü acılar karşısında kayıtsızmış gibi görünmek ruhumu boğuyordu. Yeterince hissedilmeyen her duygu ölmeye mahkumdur. Bizi ayağa kaldıran şey ruhumuzun tüm şefkat ve hassasiyetle duyumsadığı insan olma onurudur. Fakat pratikte öyle olmuyordu. Gece yatağa girdiğimde bu gibi şeyleri düşünüp o an bambaşka bir şekilde davranmadığım için hayıflanıyordum. Hatta bazen vicdan azabı çektiğim bile oluyordu. Pek çok insanın davrandığı gibi davranmak insanlığa indirilmiş en alçak , en soysuz ve en rezil tokattır. İnsanlığın birbirini bu derece rezilce etkilemesi , bu etkileşim sonucunda oluşan durağan ve bayağı bir mutsuzluk. Bir tavuktan , bir kahveden , bir biradan çok daha fazlası.

Yüzyılların vermiş olduğu bıkkınlık. Değerlerimizin yitirilmesi karşısında duyduğumuz umursamazlık. Biranın yanında tavuğun değil patatesin daha iyi uyum sağlayacağı düşüncesinin ansızın belirmesi.

likeheartlaughterwowsadangry
0

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Erişim engellendi !